
GÖLGELER
Öykü Özcan
Her şey güneşin batışıyla masamda ayırdığım son yemeği de bitirdikten sonra kendi gölgemden korkmam sonucu başladı. Gözümde yanan limon damlaları elimdeki kabuktan gelmediğini anlayan başım yanımdaki çocuğa hızla döndüğü an gördüm gölgemi. Gecenin sarmaladığı şehir ışıklarını kapatıyordu, tek noktalar halinde uyutuyordu hercai manzaranın seyircileri arasından. Çocuk ağlamaya başladı, arkamı döndüm.
kül olmuş gözlerim arasından ona bakan cildim deli gibi titrerken gördüm üstündeki bıçak yarasını aldı bakışlarına, acele ve şaşkınlık içinde koyduğum hiçbir bez de etki etmiyordu yara için. Sanki bir gölge bıçaklamış gibiydi, çocuk ağladı, ben daha çok ağladım. Çığlık atmaya, ip gibi kollarını ve bir sakız çöpü kadar çiğnenmiş sefilliğiyle bağırmaya başladı, ben daha da sefildim küçük bir çocuğun karşısında. Ben daha da çok bağırdım. Oturdu, yemeğe devam etti, çatalı alan elleri tabağına ulaşınca elindeki çatalın sapı görünüyordu yalnızca, tabağın kenarına sabitlenmiş ellerini çekti.
Hızlı çiğniyordu, ara da bir silkeliyordu kollarını normalden daha uzun bacakları ve eni olan masada otururken, en az masa ayağı kadar uzun sandalyesinde geriniyordu. Bense karşısında değildim o yemeğini yerken, gölgemi izliyordum. Endişenin meçhuliyeti kadar sonsuz, mecburiyeti kadar sıradan oluyor bazen insanlar akşam yemeğinde. Ben akşam yemeğinde değildim, ben gölgemi izliyordum. Çocuk ise kaybettiği litrelerce kan arasından başını tutmuş, devrilecek gözlerinin içindeki enerjiyi yansıtıyordu yaşamının son dakikaları, ben yemekte değildim. Ambulansı aramayı denedim, ellerime almaya çalıştığım hayatı benden üç tuşa basmamı istedi, telefon elimden kayıp düşüyordu, bir gölge gibiydi, binlerce şehir ışığı altında binlerce telefon..
Hepsi birer süt kutusu gibi görünüyorlardı. Kafamı çevirdiğimde çocuk hareketsizdi. Elindeki çatal tabağın içine gömülmüş, o da hareketsiz, ama hâlâ hepsinin birer gölgesi var, doğrulara kapanmış gözlerin bir gölgesi var, ve daha korkunç olan ise zevahirinin yadsımasından belli. Gölgesinin hâlâ bir bakışı var. Uzun süre eli tuttuğu çatalla tabağın içinde oyalandı.
Ellerimle yemeğine dokundum, kokusu yok, gözlüklerim bakışlarımı karartıyor, çıkarıyorum, gözlük hiçbir işe yaramıyor, ama yemeklerin hepsi aynı. Gözlüklerimi geri takıyorum. Yemeği beğendiği gözlerinden okunmuyor, anlayamıyorum ifadesizliğindeki bakışlarını. Masadan kalkıyor, bir sigara istiyorum, veriyor. Sigara ince, çok uzun, ama sandığımdan hızlı bitiyor, sigaranın dumanları büyüyor bir kara leke gibi yerde, onun da bir gölgesi var. Ellerimle dokunabiliyorum dumanlarına. Dumanlar diyorum, çünkü sayabiliyorum onları, çok fazlalar. Ellerimden kayıyorlar hepsi, bir kez daha üflüyorum. İzliyorum onları, çocuk hâlâ hareketsiz. Ona bakıyorum, göğsünde devasa bir bıçak izi, ama kan yok, bakışları hep aynı. Uzaktan bir ses geldi, camın arkasındaki içine girebildiğimiz manzaranın en ötesinde gözlerden uzak yerlerde, bir düşme sesi. Sesin geldiği tarafa bakı- yorum, hiç kimse, hiçbir şey yok. Seslerin gölgeleri de yok, kulaklarımın gölgesinde dalgalanıyorlar onlar şehir ışıkları göremese de. Oturduğumuz kanepe çok uzun, ayaklarını uzatmak için hiç iyi değil, ama ne zaman uzatsam göründüğü kanepe değilmiş gibi, çok rahat. Çocuk beni izliyor, ben gökyüzünü yaşayanların taşıdığı gölgelerle boyayan geceye bakıyorum, yıldızları gösteriyor bana.
Onlar ölüler, diyorum. Yaşayanların sakladığı gölgelerde yaşayan gölgesizler. Ölünce ben de mi gölgesiz olacağım?, diye soruyor. Ölünce değil, diyorum, ölünce değil. Hiçbir zihinde yaşamadıkça, hiç- bir yaşayanın gölgesinde hayat bulmadıkça gökyüzünde sana da bir yıldız var. Tepki vermiyor, nedense başımı oynatamıyorum.
Her yer çok sessiz çünkü, her yer çok fazla. Bugün her şey bir gölgeye benziyordu, ama ben gölge değildim. Kendimi yavaşça ışığa döndürdüm, yeni bir ben gördüm bir anda.
Bana bakıyordu.